Sayfalar

27 Mart 2011 Pazar

Kenan Demirkol-1

Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL’un 26 Şubat 2011’de “Başka Bir Gıda Mümkün” hareketinin düzenlediği toplantıda yaptığı konuşma ve sorulan sorulara verdiği cevaplar.

Dünyanın en sağlıklı yağı, zeytinyağından da sağlıklısı tereyağıdır. Dünyanın en sağlıksız yağı da tereyağıdır. Arada tek fark, hayvanın ahırda mı merada mı olduğudur. Yani % 100 yeşillikle beslenen hayvanın yağında omega 3 vardır; şimdi sadece balıklardan aldığımızı iddia ettiğimiz. Bizim atalarımız Kars’ın eteklerinde deniz mi vardı da balık yiyip 110 sene yaşadılar? İnsanın en çok gereksinim duyduğu omega 3, yeşillikte var. Balık yosun yediği için balıkta omega 3 var. İnek de yeşillik yerse inekte de omega 3 var. Hiç bu güne kadar inek etinde omega 3 olduğunu duydunuz mu? Unutturuldu bize bu. Hekim olarak da duymadık. Tıp fakültelerinde anlatılmaz. Diğer taraftan doymamış yağ asidinden zengindir. Mera tereyağı damar sertliği yapan doymuş yağ asitleri bakımından fakirdir.Yani mera tereyağı bulabiliyorsanız başka hiçbir yağın yüzüne bakmanıza gerek yok. Ama maalesef bulamıyoruz.

Ben örgütlü tüketiciler açısından bir tehlikeye dikkat çekmek istiyorum.”Yerel üret yerel tüket” ve “food miles” diye iki kavram var. Food miles gıdanın ne kadar mesafe kat ettiği ile ilgili ve mesela Almanya’da yapılan bir meyveli yoğurt içindeki içeriklerin toplam kat ettikleri mesafeler toplandığında 3.000 km yol yapıyor. Food miles çok önemli bir kavram; dolayısıyla biz İstanbul’a Diyarbakır’dan ürün temin etmek için uğraşmamalıyız. Lüleburgaz’dan temin etmeye çalışmalıyız.Yani mesafeleri de daraltmalıyız. O yüzden internet üzerinden çok büyük ağlar kurup yine internet üzerinden Artvin’den bir şey ısmarlamak mantığına da çok da dalmamalıyız. Artvin’de üretilen Trabzon için olsun. Ama biz İstanbul olarak çevremizdeki köyleri acaba nasıl sanayiden arındırabilir ve yeniden gıda toprağı haline dönüştürebilirizi düşünmemiz gerekir.

Felsefi olarak bakarsanız insan yaşadığı çevreyle bir bütün. Dolayısıyla Marmara’da yetişen Marmara insanı için en sağlıklı olan şeylerdir. Bu mantığı da unutmamak lazım.O yüzden ağlar kurulsun ama yerel üretip yerel tüketme bilinci içinde; o üretici neredeyse onun etrafında bir tüketim toplumu oluşturmanın yolunu da tercih etmeliyiz.

Doğallık konusunda birkaç tane risk var. Topraklara hayvan gübresi atılıyor. Ama eğer siz ithal GDO’lu soyayla bu hayvanı beslediyseniz bu hayvanın gübresinde yediği genetiği değiştirilmiş gen sayısının % 60’ını dışkıyla doğaya vermiş oluyorsunuz. Şu anda Türkiye’deki en önemli GDO tehlikesi bu. Hayvan yemleri yurt dışından geliyor. Özellikle soya da mısır da tümü GDO’lu ve bu GDO’lar sindirilmiyor. Önemli bir bölümü dışkıyla atılıyor ve biz bunu gübre olarak kullanıyoruz. Dolayısıyla şu anda Türkiye’de GDO’lu tarım yasak ama yediğimiz her şeyde GDO var. Ama ne yazık ki biz hayvan gübresini bu şekilde kullandığımız sürece hayvanı dış yemle besleyip de gübresini kullandığımız sürece kendi topraklarımızı zehirliyoruz. Ve de oradan çıkan bu oynanmış genler toprak bakterilerine geçebiliyor. Toprak bakterilerinden bitkiye geçebiliyor. Bitkiden böceğe geçiyor, kelebeğe geçiyor 30 km. ötedeki tarlaya da ulaşabiliyor. Otlayan hayvanlar da bu sefer GDO almış oluyor.

Çatı ve balkon sebzeciliği de mutlaka bu doğal gıda kullanımı konusunda teşvik edilmeli. Bir insanın bir yıllık sebzesini temin etmesi için 40 metrekare toprak yeterli. Öyle çok büyük topraklara ihtiyaç yok. Dolayısıyla genişçe bir teras olduğu zaman rahatlıkla 4 kişilik ailenin bir yıllık sebzesini üretmemiz mümkün.. Yani kent içinde büyük kentlerde yakında sizin Bursa örneğinde olduğu gibi tarla bulmak çok mümkün değil. Doğru ama kent içinde de bazı şeyler mümkün.. İstanbul’da bir pembe domates grubu var ve kendi aralarında pembe domatesin tohumunu paylaşabiliyorlar. Ve çok güzel ev ortamında da pembe domates yetişebiliyor. Zaten ticari değeri olmayan bir domates çok narin bir domates. Uzun mesafelere gidemiyor.
Ben gene tohum hakkında bir şey söyleyeceğim. Yerel tohum ve hibrit tohum karşılaştırması yaparsak hibrit tohum hakkında çok farklı ifadeler var. Hibrit tohum zararlı bir tohum değil. Ama fayda eksikliği olan bir tohum. Genelde hibrit tohumdan üretilmiş örneğin bir domatesin içindeki vitamin değeri yerel tohumlara göre yarı yarıya daha azdır.Vitaminlerden maada bir de antioksidanlar beslenmek için çok önemli. Ve domatesin çok önemli bir antioksidanı var. Likopen. Yine hibrit tohumla domates elde ettiğimiz zaman likopen değeri çok düşük oluyor. O yüzden değişik toplantılarda tarım iktisadı toplantılarında da ben şunu hep savunurum: gıda insan için üretildiğine göre o gıdadan ben ne elde etmek istiyorum verimi ona göre hesaplamalıyım.  Hibrit tohumla 1 hektardan 1.000 kg domates alıyorsam ondan sadece 5 kg likopen alıyorsam ama yerel tohumla sadece 700 kg domates alıp 10 kg likopen alıyorsam  hangisi daha verimli? Çünkü ben domatesi şekli için istemiyorum. Veya içindeki suyu için istemiyorum ki. Muslukta da su var. Ben likopeni için domates istiyorum. O halde verimlilik hesabı yaparken insana kattığı değerle bunu ölçmemiz lazım. Domatesin tonuyla değil. Karpuzun, buğdayın tonuyla değil. O buğdayın içindeki insan için olan katma değerle verimliliği hesaplamak lazım. Ne yazık ki bu görüş henüz yaygın değil. Ama bu görüşü tarım iktisatçıları da benimsediği anda biz zaten yeniden yerel tohumlara dönmek zorunda olduğumuz açıkça ortaya çıkacak.

 İstanbul’a sebze sağlayabilecek çevre ilçelerin imara açıldığının söylenmesiyle:

Multidisiplinel toplantıların önemi de burada. Biz daha önce İstanbul mimarlar odasıyla bir toplantı  yapmıştık ve o toplantıda gıdayı konuştuk mimarlar odasında ve kent mimarisi nasıl dizayn edilmelidir ki özellikle bu evde yapılabilecek bahçecilik açısından nasıl dizayn edilmelidir ağırlıklı noktaydı. Demek ki bizler de daha çok diğer alanlarla birlikte işbirliği yapmalıyız.
Lüleburgaz’ın dört köyünde İstanbul Üniversitesi’nde bir tüketici kooperatifi kurarak Lüleburgaz’ın dört köyünde de bir üretici kooperatifi kurarak doğal gıdaya ulaşabiliriz diye baktık. Bir kere bu dört köyün ikisinde nehirden akan sudaki zehir sebebiyle asla ürün elde etmek mümkün değil. İki köyden ürün elde edilecek, tarımsal ürünleri artık doğal olmayan iki köy de paketlemeyle gelirini sağlayacak. Yerel yönetimler engel oldu. Şimdi orada akan nehir fabrikaların artıklarıyla zehirleniyor. Tüm fabrikalarda arıtma tesisi var. Ama arıtma tesisinin arıtma maliyeti, kesilen cezadan daha fazla olduğu için kimse işletmiyor ve biz bu yüzden Lüleburgaz’dan gıda alamıyoruz. Demek ki biz çevrecilerle işbirliği içinde olmalıyız. Mimarlarla, ormancılarla işbirliği içinde olmalıyız. Yani etkinlik alanımızı diğer branşlarla zenginleştirmek zorundayız..

GDO’lu tohumların Türkiye tarımındaki yeri ne kadar veya yerel tohumlar hala ne kadar geçerli? Sorusuna cevap:

Türkiye’de şu anda hala resmi kaynaklara göre GDO’lu tarım yok. Ama hayvan yemi olarak ithal edilmiş GDO’lu soyayı bir köylünün bahçesinde ekip ekmediğini bilemeyiz. Ama daha önce GDO’lu olduğu iddiasıyla ziraat mühendisleri odasından gönderilmiş örneklerden hiçbirisinde GDO çıkmadı.

Silajlık ekilen mısır GDO’lu değil mi? Sorusuna cevap:

Hayır.

Türkiye’de üretilen soyada var mı GDO? Sorusuna cevap:
Hiç GDO’lu soya üretilmiyor ama Türkiye’nin soya üretimi çok düşük. Her yıl iki milyon ton soya dışalımı var Türkiye’nin.

Trakya’da artık ayçiçeği yerine kanola ekiliyor çoğunlukla. Sarı sarı çiçek açıyor.
Ölüm sarısı diyorum ben ona. Margarin sanayine giriyor, bebek mamalarında bile var.
Kanolada iki tip var. Hibrit kanola var bir de GDO’lu kanola var. Türkiye’de yine resmi rakamlara göre GDO’lu kanola yok. Ama hibrit kanolanın da şöyle bir sakıncası var, instabil bir tohumdur. Çok kolaylıkla aslına geri dönüp insan sağlığı için zehirli bir …. asit yağını üretebilmektedir o yüzden kanola bitkisi üretimi aslında yasaklanmalıdır. Çok kolaylıkla insanı zehirleyecek bir yağ çıkabilir oradan. Çok instabil bir gendir çünkü. O biliyorsunuz IMF baskısıyla Türkiye’ye gönderildi. Kanola diye bir bitki yok zaten.

Belki şununla da güçlendirebiliriz bunu dünyada kullanılan tüm enerjinin %7’si gıda naklinde kullanılmaktadır. Korkunç bir şey bu. Yani biz gıda naklini dünyada azaltsak küresel ısınmayı ortadan kaldırmış olabiliriz.

Kışın serada üretilen domates, hıyar sağlığa zararlı mıdır? Sorusuna cevap:

Bakın organik tarım kimyasal kullanmadığı için insan sağlığı için benim savunmam gereken bir konu. Ama ben organik tarımı savunamıyorum. Çünkü organik tarım, kapitalist tarım modelinin bir örneğidir ve hibrit tohum kullanımına izin verir. Yani İsrail tohumuyla ne işin var? O yüzden ben organik tarıma kimyasal kullanılmadığı için dolayısıyla örneğin çocukluk çağı kan kanserlerinin ana nedenlerinden biri de tarım ilaçları olduğu için tabii ki sahip çıkmak zorundayım. Aslında ben küçük çiftçi tarımı istiyorum. Doğal, hayvan gübresini kullanan kendi o köyün 1000 yıldır var olan tohumunu kullanan küçük alanlarda ektiği için yabancı ot mücadelesi yapmak zorunda kalmayan bir tarım tercih ediyorum ve o çiftçinin keşke İstanbul’un mahalleleri her bir mahallesi çevredeki bir köyle kardeş olsa yani böyle bir model olabilse yani devletin çiftçiyi desteklemesi yeniden ön plana çıkarması kral sayması mümkün değil.

Kronik hastalıkların şu anda çağımızda ölümlere yol açma oranı %66. On sene içinde bu oran %75’e çıkacak. Kronik hastalıkların %50’si buna kanser dahil, kalp-damar hastalıkları, şeker hastalığı, eklem hastalıkları dahil %50’si hatalı beslenme sonucu ve işte bu kronik hastalıkların beslenme hatalarının son noktası olan kanserle her gün birlikteyim. O yüzden siz olasılıktan konuşuyorsunuz ben hayattan konuşuyorum. Eğer biz bunu azaltmak istiyorsak gerçekten bireysel bazda ilkönce bireysel bazda bir şeyler yapmak zorundayız. Hepimiz bir şey yapmak zorundayız. O yüzden hepimiz kendi en küçük olanaklarımızla da sağlıklı besin üretmek için gayret göstermeliyiz. Yazın Bodrum’da iki hafta kebap yapmaktansa yaylalara çıkıp oradan hayvan seçip köylüden peynir talep etmeliyiz. Yayladaki hayvandan kavurma yaptırmalıyız. Biz bir kere her şeyden önce bireysel olarak bunu algılamak zorundayız. Biz sağlıklı olmak istiyorsak bireysel olarak gıda için emek harcamak zorundayız. Yani markete gitme tembelliğinden ilkönce biz kurtulmalıyız. Ha ondan sonra çevremizi etkilemek sokağa çıkmak gerekir. Bir kere bireysel bazda eğitimin hala çok eksik olduğunu düşünüyorum. Yani gerçekten bunun bir yaşam meselesi olduğunu, ölüm-kalım meselesi olduğunu idrak etmek zorundayız. Bireysel olarak biz markete gitme kolaylığından vazgeçmeyi öğrenelim ve bunu önce etrafımıza yayalım.

Şişli organik pazarda organik süt ürünleri satılıyor. … markasıyla satılıyor. Ben çok sıkıştırdım oradaki satıcıyı hayvanı neyle besliyorsun diye, sonunda mısır ve başka türlü küspeler verdiği ortaya çıktı. Endüstri yemi verdiğimiz takdirde veya nişasta bazlı nişasta ağırlıklı yem verecekseniz endüstri yemi olmasa bile o süt insan sağlığına zararlıdır.

Benim bahsettiğim hayvancılık için  bir hayvana beş dönüm arazi gerekmektedir. Eğer siz Holştayn beslerseniz  bir hayvandan 2,5 sene süreyle süt alırsınız; sonra tükenir o hayvan; kesmek zorundasınız ve nerdeyse yarım ton bir hayvan. Onun yediğiyle Anadolu kırmızısının yediği bir değildir. Anadolu kırmızısı 12 sene süreyle süt verir; dolayısıyla siz bu yörenin hayvanını beslerseniz  bu yöreye ziyan vermemiş olursunuz. Yani dışardan hayvan getirerek süt fabrikası, yahu Allah’ın aşkına 40 litre süt verir mi bir inek? Yani hayvandan 40 litre süt almaya çalışırsan o hayvan iki senede ölür işte. Ben beş litre süt istiyorum hayvandan. O zaman.

Bugün marketten yoğurt satın aldığınızda ne satın aldığınıza bir bakalım isterseniz. Birincisi  kanser yapan bir plastik kap; en azından 36 derece içinde mayalandığı için ısıya maruz kalan bir plastik olduğu için içindeki kanserojen maddeleri daha rahat veren bir kap içinde katerojenik doymuş yağ asidi fazla, antibiyotiği inanılmaz fazla, büyüme hormonu belki konmuş belki konmamış bilmediğimiz bir süt; artı üstte bir havlu kağıdı o havlu kağıdını biz kaymak diye yiyiyoruz. Kağıt konuyor oraya. O kaymak değil kağıt. Süt bağlanmış kağıt. En üstünde de mantar ilacı ve biz mantar ilacı yiyiyoruz o kaymağı yerken yani biz de bunu çocuğumuza yoğurt diye yediriyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder