26 Mayıs 2015 Salı

KARS GEZİSİ

Hikayenin başlangıcı şöyle, serin bir sonbahar günü Çorlu’da ziyaret ettiğim bir arkadaşımın evinde sohbet ederken ona bir telefon geldi. Arayan sürekli alış-veriş yaptığı -benim de tanıdığım-  mahalle bakkalıydı. Arkadaşım bir süre bakkal ile konuştuktan sonra, “Oktay’a Kars’tan kaşar peyniri gelmiş, sen de almak ister misin?” diye sordu bana. Ben de “Tabii ki, bakalım nasıl bir şeymiş, bir kilo kadar da ben alayım.” dedim. Biraz sonra apartman görevlisi Cevdet Bey’e parasını vererek bakkala gidip kaşarları almasını rica ettik. Sanırım bir yarım saat geçti, kapı çalındı ve kaşarlar geldi. O sırada sohbet koyu olduğu için peynirler masanın üzerinde bekliyordu. Neden sonra tatmak aklımıza geldi. Benim şimdiye kadar yediğim en lezzetli eski Kars kaşarıydı masanın üzerinde duran, sarımtırak renginden tam yağlı olduğu anlaşılan peynir. 


Birkaç gün sonra aynı arkadaşıma telefon edip bir miktar daha kaşar almak istediğimi söyledim. O da Oktay’la konuşmuş. Ama bakkaldaki kaşar tükenmiş. Samimi olduğumuz bakkal, üreticinin telefonunu verebileceğini, bizim kendimizin ısmarlayabileceğini söylemiş.

Hiç zaman kaybetmeden ertesi gün Kars’taki üreticiyi, Selçuk’u aradım. Hiç tanımadığım, ama konuşmasından samimi ve güvenilir bir kişi olduğunu tahmin ettiğim Selçuk’a bir teker eski kaşar ısmarladım; bana “ Abi sana bir çuval göndereyim.” dedi. Bir çuval ?? Meğer bir çuvalda beş teker varmış. Her bir teker de 12-13 kg. Bu kadar kaşarı ne yapacağım ben? O anda aklıma bizim meşhur peynir grubu geldi. Benim peynir atölyelerime katılan arkadaşlarla ortaklaşa oluşturduğumuz bir posta ve face grubu. Onlara yukarıdaki hikayeyi kısaca anlatarak bu peynirden isteyip istemediklerini sordum. Birkaç gün içerisindeki geri dönüşlerden sonra Selçuk’a üç teker kaşar ısmarladım. Ama peynirleri ısmarlarken bir konuyu şart koştum. Kars’a gidip Selçuk'un peynir yapışını izlemek. 

Bu arada hepsi İstanbul’da oturan peynir grubumuza gelen peynirleri nasıl ulaştıracağım beni düşündürüyordu. Sağolsun yine grubumuzdan bir arkadaş, dağıtım işlemini üstlendi. Onun sayesinde sorunsuzca Kars’tan gelen kaşarlar isteyenlerin mutfaklarıyla kavuştu. Daha sonra bana gelen e-postalardan tüm arkadaşların çok memnun kaldıklarını öğrendim.

Bunun üzerine Selçuk’la konuşup, tarih konusunda anlaşarak, hem kültür gezisi hem de kaşar yapımını izlemek için Kars’a hareket ettik. Planımız, İstanbul’dan Kars’a uçakla gitmek, Kars’tan Erzincan’a geçmek için karayolunu kullanmak, Erzincan’dan İstanbul’a uçakla dönmek. Oralara kadar gitmişken Erzincan tulumunun nasıl yapıldığını da görüntülemek fena olmazdı.

İstanbul-Kars:

Not: Anlatacaklarımın video görüntülerinin adresini yazı sonunda vereceğim, izleyebilirsiniz.

Birinci gün:

Yaklaşık olarak uçakla bir saat 45 dakika sürüyor. Hava alanı ile şehir ulaşımı için belediye otobüsünden faydalanılabilir. Eğer eşyanız fazlaysa şehir yakın olduğu için taksi de tutulabilir. Fiyatı 35 TL. En son Kars’a ne zaman gittiğimi hatırlayamıyorum, ama eski bir havaalanı vardı, pisti uzatmışlar, apronu ve terminali genişletmişler, dış hatlar eklenmiş. Taksi tutarak önceden yer ayırttığımız orduevine ulaştık. Ruslar'dan kalan ve sonradan restore edilen güzel bir bina, tavan yüksekliği sanırım dört metre, duvar kalınlığı tahminen bir metre. Soğuktan korunmak için olsa gerek. Daha sonra gördük ki tüm güzel binalar Rus yapımı!

İkinci gün:

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Selçuk’la öğleden sonra buluşacağımız için o zamana kadar gezelim dedik. İlk hedef, neredeyse Kars’ın her yerinden görülebilen, en yüksek yerde inşa edilmiş, bence biraz da espirilerle dolu Kars Kalesi. Kaldığımız yerden yürüme mesafesinde olduğu için -Kars’ta zaten her yer yürüme uzaklığında- çarşıdan geçerek kaleye ulaştık. Çarşıdan geçerken yaşadığım ilginç bir olay. Bir partinin seçim bürosuymuş. Sabah herkese kahvaltı veriyorlar. Çarşıda bir pasajın altı. Genişce bir salon. Kapıda da bir adam. Geçenleri içeri davet ediyor. Benim de sırtımda kamerayı görünce herhalde yabancı sandı. Hiç konuşmadan fakat el işaretiyle “ gel gel “ yapıp, sağ elinin başparmağını birkaç kez ağızına götürüp geri çekerek bizi çay içmeye davet etti. Gülümseyerek yolumuza devam ettik.

Bir de şöyle bir yazı gördük.

Pörtletme ?


Çarşıdan geçerken daha sonra çekim yapacağım peynir dükkanlarını hafızama kazımaya çalışıyordum. 

Kars Kalesine geldik. Gelmesine geldik de kaleye nasıl tırmanacağız? Kaleye çıkan yol uzaktan gördüğüm kadarıyla taş döşenmiş, sarp, uzun… Teleferik yok. Etrafa bakındım, başka çıkış şansı da yok. Çin Seddi’ne çıkışım filim gibi geçti gözümün önünden. Çıkabildiğim yere kadar çıkarım demiş ve bir miktar tırmanmıştım. Sonra pes ettim. Ama aradan uzun zaman geçti. Yaş oldu 58, bir de kötü alışkanlık (?) var. Buraya kadar gelip görüntü alamazsak Betül bizi tefe koyar. Ha gayret deyip başladık çıkmaya. Dura dinlene başardık. Bu satırları yazdığıma göre kalp krizi filan da geçirmedim. Ama kaleye girdiğimde resmen yıkıldım. Güleyim mi ağlayayım mı. Kalenin içinde bir sürü araç var. Meğer bizim kaleye yaklaştığımız istikametin tam aksinden araba yolu da varmış. Bunu gördüğümüzde kalenin içindeydik…

Kars Kalesi'nin İçi


Orada 8-10 yaşlarında bir çocuk yanımıza yaklaştı. " Kalenin tarihini anlatayım mı abi ?" dedi sevecen Kars şivesiyle. Aynı şey Urfa'da balıklı gölde de olmuştu. Ziyaretçilerden harçlık alabilmek için atak, zeki gençler boş zamanlarını böyle değerlendiriyorlar. Anlattıkları içinde en ilginci, halk arasında efsane halini almış Celal Baba (Allah rahmet eylesin). Celal Baba, Rus işgaline kahramanca direnen yiğitlerden birisiymiş. Bir kılıcı varmış ki, salladığında uzunluğu on metre olurmuş ve on Rus'un kellesini götürürmüş. Nasıl olduysa bir gün Rus'un biri Celal Baba'nın kellesini uçurmuş. Ama Celal Baba bu, yere düşen kellesini almış, başlamış Rus'u kovalamaya, taa ki şu anda Türk bayrağının dalgalandığı kalenin en üst noktasına kadar. Orada Rus'un kellesini uçurup hemen kalenin yanında coşkulu akan Kars Çayı'na atmış. Sonra da şimdiki türbesinin olduğu yere gelerek şehit olmuş.

Efsane bu... Türbe girişindeki yazı ise şöyle :

Celal Baba Türbesi Girişindeki Yazı


Kars kalesinin giriş kapısında da şöyle bir yazı vardı :

Kaleye girişteki yazı
Bu tabelanın konmasındaki maksadı kalenin içine girince anladık. Meğer içeride bir kafe-lokanta varmış.

Lokantanın bahçesinde de langırt masası var. Düşünebiliyor musunuz, 800 yıllık bir kalenin içinde piknik yapmanın yasak olabileceğini düşünenler, langırt oynanmasına izin verebiliyor. 

Kaleden bir çok görüntü aldım, videoda izleyebilirsiniz.

Kaleden iniş kolay oldu. Yokuş aşağı. İlk önce Kars Çayı üzerinde kurulmuş taş köprüye geldik. Gerçekten muhteşem bir yapı, O zamanın imkanlarıyla yapılan, taşları birleştirmek için demir parçaları kullanılan ve bu demir parçalarını taşa sabitlemek için erimiş kurşundan faydalanılmış görkemli bir yapıt. Aynı tekniğin uygulanışını Mostar Köprüsü'nde de görmüştüm. Onun hazin hikayesi ap ayrı bir konu...

Pardon üst kat komşum Fuat çağırıyor. Kendisi koyu FB'lidir biraz teselliye ihtiyacı var sanırım, erken gelirsem yazıya devam ederim, yoksa yarın...

Bu akşam yeniden devam ediyorum...

Taş köprüde kalmıştık. Köprünün yanıbaşında şöyle bir yazı var:

Taşköprünün hikayesi...

Buraya kadar olan tarihi bilgilerden ve bundan sonra da göreceğiniz gibi Lala Mustafa Paşa bu şehre gelmiş ve imara katkısı olsun diye kaleyi yenilemiş, köprü han hamam yaptırmış. Düşünüyorum da, bir de AVM yaptırsaydı Kars şehri böyle mi olurdu bugün.

O bölgede yine eskiden kalma hamamlar var. Bugün yıkık dökük. Öğrendiğimize göre sahipleri belediyeye satıp başka şehirlere göçetmişler. Yani belediyenin eline bakıyor tarihi hamamlar. Görüntüleri videoda var.

Biz o görüntüleri kaydederken hafif hafif yağan yağmur, birden kendini hissetirince oradan ayrılmanın zamanı olduğuna karar verdik ve koşar adımlarla orduevine geri geldik.

Öğleden sonra Selçuk'la buluşacağız ama bir türlü gelmedi. Biraz sonra telefon edip bir saat kadar gecikeceğini söyleyince, o bir saat içinde yakında bulunan İl Özel İdaresi binasını görmeye gittik. İyi ki de gitmişiz.

İl Özel İdaresi Binası'nın hikayesi...

İl Özel İdaresi Binası'ndan bir görüntü.
Bu binanın özelliği, diğer taş yapı binaların hiç birinde görmediğim, düzgün kesilmemiş taşlarla bezenmiş olması. Gözüm kameranın vizöründe bu binanın görüntülerini videoya kaydederken, yanıbaşımızda beliren bir zat, " Gezi amaçlı mı burada olduğumuzu, başka yerlere de gidip gitmeyeceğimizi " bize sordu. Ülkenin durumu malum, sivil polistir, video kaydetmemizden şüphelenmiş olabilir diye düşündüm. Meğer arkadaş, şehre gezmeye gelen turistlere rehberlik hizmeti veriyormuş. İstersek bizi Ani harabelerine görüreceğini söyledi. Ben de Ani'ye gitmek için zamanımız olmadığını, ama yarından sonra Erzincan'a gideceğimizi, bizi Kango tipi arabasıyla götürüp götüremeyeceğini sordum. Otobüs yolculuğunu sevmiyorum. Araç kiralamayı düşünüyordum. Belki de kısmet ayağıma geldi diye düşündüm. Verdiği kartvizitten isminin Celil olduğunu öğrendiğimiz kardeş, Erzincan için tren yolculuğu yapmamızdan, sabah 07.45'de Kars'tan kalktığından, güzergahında manzaranın çok güzel olduğunundan v.b. bahsetti. Tren !!! Ben trene bineceğim !!! Sabah da 07.45'de trene yetişebilmek için 06.30'da kalkacağım !!! İçimden kıs kıs gülerek Celil'e teşekkür ettik ve yolculadık. En son trene binişim hatırıma geldi. 1979 yılıydı. Malatya'ya tayin olmuştum. Benim gibi İstanbul'dan oraya gidecek üç-dört arkadaş beraber bir kompartıman tutmuştuk. Rezil bir yolculuktu. Malatya'ya 48 saatte varabilmiştik. O zamanlar Malatya'da taksi de yoktu sanırım, trenden indikten sonra eşyalarımızla beraber bir at arabasının üzerinde kalacağımız yere gitmiştik. Her gidi günler.

Selçuk geldi. Arabasına bindik ve bizi köyüne götürdü. Baştan sona Kars kaşarı yapımını belgeledik. Tam istediğim gibi olmadı ama profesyonel kamerayı ilk defa kullanıyor olmam ve de yanımda üçayak olmadığı için bu kadarını yapabildim. Oranın hikayesini ayrıca anlatacağım.

Herhalde 21.00 sularıydı orduevine geri getirdi Selçuk bizi, yorgunluktan bitkin durumdaydım. Sabahtan beri ayakta görüntü almak için uğraşıyordum. Bu arada benim akşamları dinlenmem, o gün çektiğim video görüntülerini izlenebilir hale getirmek için değiştirmekle geçiyor. Yani kameranın çektiği görüntüleri bilgisayarda izleyemiyorsunuz, çözünürlüğünü azaltmak gerekiyor. Bu dönüştürme de saatler alıyor.

Bilgisayar dönüştürme işlemlerini yaparken şeytan dürttü. Şu tren yolculuğu nasıl birşey diye araştırayım dedim. Kars-Ankara arasında Doğu Ekspresi çalışıyormuş. Celil'in dediği gibi sabah 07.45 de Kars'tan kalkıyor, yaklaşık 24 saat sonra Ankara'ya varıyormuş. Kars-Erzincan ise yaklaşık 8 saat sürüyormuş. Araba ile gidildiğinde de 6 saat sürüyor. Fazla bir fark yok. Baktım yataklı vagon konforlu görünüyor. Penceresi de açılabiliyor. Kişiye özel. Restoran var. Birkaç olumlu yorumu da okuduktan sonra trenle Erzurum'a gitmeye karar verdik. Bu kararımdan dolayı heyecanlandım.

Bu arada yarını da düşünmeye başladım. Yarın İlhan Koçulu ile buluşacaktım.

İlhan Koçulu:

İlhan'la ilk olarak 14 Ağustos 2009 tarihinde Yalova'da " Tohum " konusunda yaptığımız bir toplantıda tanışmıştık. Kars'ın Boğatepe köyünden. O zamanlar " Boğatepe Köyü Bitkilerle Yaşam ve Sürdürülebilirlik Projesi " ni yürütüyordu. " Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği " ni kurmuştu. Şu anda Kütahya Hekim Sinan Tıbbi Bitkiler Bahçesinde görevli, ondan önce Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi'nin kuruluşunda görev almış Nazım Tanrıkulu'nu köye davet ederek köylü kadınların çevrede bol miktarda bulunan tıbbi bitkileri nasıl toplayacakları ve değerlendirebilecekleri konusunda kurslar verdirmiş, şu anda da Kars köylüsünün ve küçük ölçekli peynircilerin birleşmesi için didinen  gerçek bir aydın. Kaybolup gitmeye yüz tutan, ama yeni yeni çiftçi tarafından ekilmeye başlanan " Kavılca " buğdayına burada girmeyeyim. Hazreti google size bu konularda yardımcı olur. Unuttuğum iki nokta: İlhan, geçen sene yayınlanan " Alplerden Kafkaslara Kars Peynirciliğinin 150 yıllık Tarihi " adlı kitabın koordinatörü ve Boğatepe'de peynir müzesi kurmuş.

Üçüncü gün:

Sabah kahvaltısından sonra tren biletini almak için gara yürüyerek gittik. Yataklı vagon biletini aldık. iki kişi 123 TL. Tren konusunda heyecanım devam ediyor.

Bu arada İlhan aradı, çarşıda İş Bankası'nın önünde buluşabileceğimizi söyledi, bekletmemek için taksiyle çarşıya döndük, buluştuk.

İlhan bu boş durur mu. Birkaç gündür Boğaziçi Üniversitesinden gelen ve " Çiftçinin Pratik Bilgisi ile Bilim İnsanlarının Teorik Bilgisinin Birleştirilmesi - ya da ona yakın bir konu -"  konusunda araştırma yapan iki öğretim üyesini ağırlıyormuş. Biz de katıldık. Oradaki yaşlı , bilgin çiftçilerle muhabbet ettik, tohum değişimi konusunda birbirimize söz verdik ve de bir şey öğrendim:

Yaşlı çiftçilerden birisinin masmavi gözleri dikkatimi çekti ama soramadım tabii. Meğer Malakan'mış. Malakanlar Rus asıllı olup Türkiye'de kalmışlar. Mehmet Ali Amca sohbet esnasında bana yoğurt otundan bahsetti. Rusya'da önceleri onunla yoğurt mayalarlarmış ama şimdilerde hiçbir yerde o ottan bulamamış, Avustralya'da yaşayan bir diğer Malakan'dan ancak tohumunu getirtebilmiş ve ekmiş bu sene. Bir sonraki ziyaretimizde ben de alacağım tabi onun tohumunu.

İlhan'ın bize, hocalara ve köylülere ısmarladığı döneri bir güzel midemize indirdikten sonra, ertesi gün de şehirden ayrılacağımız için yağmur nedeniyle gezemediğimiz Şeyh Harakani Cami ve Türbesini ziyaret ettik. Görüntülerini aldım. Bu esnada yine bir çocuk oranın tarihini anlatmak için yanımıza yanaştı ve birşeyler söylemeye başladı. Ben video çekmekle meşgul olduğum için çocuğun anlattıklarıyla pek ilgilenmiyordum. Bir ara " ucube " lafı dikkatimi çekti. Çekimi durdurarak söylediklerini tekrar etmesini istedim genç rehberimizden. Meğer unutmuşuz bir zamanlar bir heykel yapılmıştı ve sonra da ucube denilerek yıkılmıştı ya işte ondan bahsediyormuş. Heykel yıkılmış ama kaidesi hala orada duruyor. Tam türbenin karşısındaki tepenin üzerinde. Yine aklıma bir anım geldi. Gençlik yıllarımdı. Beyoğlu'nda bir resim sergisini geziyordum. Sergiyi açan ressam da oradaydı ve ziyaretçilere eşlik ediyordu. Uzun boylu top sakallı, 40-45 yaşlarında, iyi giyimli bir kişiydi. Ebat olarak oldukça büyük bir tablonun önünde biraz fazla zaman geçirmiş olacağım ki yanıma geldi. Beraberce tabloya baktık. Sağdan soldan biraz konuştuktan sonra " Bu tabloda ne anlatmak istediniz acaba? " diye sormak cahilliğine kapıldım. Hafifce tebessüm ederek " Ona sen karar vereceksin delikanlı " dedi bana. Gerçekten hiç birşey anlamamıştım modern tarzda yapılan, şekilsiz cisimlerden oluşan tablodan ama bana göre ucube değildi...

Akşam yaklaşıyordu. Yemekden önce son bir yer daha gezmeye karar verdik o da Kars Müzesi idi.

Müze küçük sayılır. Giriş ücretsiz. Fotoğraf ve filim çekmek ücrete tabi değil. Bahçesinde mezar taşları var. İki katlı. Genellikle 18. ve 19. yüzyıla ait eşyalar var. Az bir bölümde de daha eski objeler yer almış. Toplam olarak 1-2 saatte gezilebilecek bir müze.

Ertesi gün trene yetişebilmek için erken kalkacağımızdan erken yattık.

Dördüncü gün, Kars-Erzincan Tren yolculuğu:

Dördüncü günün sabahı, bir gün öncesinden saat 06.30'da açık olduğunu doğrulattığımız börekçide başladı. Kıymalı diye tabir edilen böreğin içinde  ondan eser olmadığı anlaşılınca, börekçi,  sabah erken kalkmamın da etkili olduğu sinirlilik halinden nasibini aldı. Eşyalarımız olduğu için taksiyle gara gittik. Bizden başka 5-10 kişi vardı. Yataklı vagon en son vagon. Aslında ona vagon değil de " araba " deniyor. Bizi nazik bir görevli karşıladı, eşyalarımızın taşınmasında ve yerleşmemizde yardımcı oldu. Herşey güzel. Biraz sonra bize iki tertemiz havlu, meyve suyu, su, çikolata, kraker, terlik getirdi. Odada bir lavabo, mini buzdolabı 220 voltluk bir priz var. Sıcaklığı kendiniz ayarlayabiliyorsunuz. Kapınızı içeriden kilitleyebiliyorsunuz ancak dışarı çıktığınızda kilitleyemiyorsunuz.

Tren saatinde hareket etti. Eskiden hatırımda kaldığına göre " çakkuduk, çukkuduk " sesler bekliyordum seyahat esnasında. Fakat sanki  pürüzsüz bir asvaltta arabayla gidiyormuşcasına başladık yolculuğa.  Tren hareket eder etmez keşfe çıktım; vagonun önünde ve arkasında iki tuvalet var; biri alaturka, diğeri alafranga. Yemekli vagon ile aramızda bir başka vagon var. Restoran daha yeni hazırlanıyor, çay henüz demlenmemiş, menüyü incelediğimde fiyatların gayet makul olduğunu gördüm. Hayret ! Herşey iyi gidiyor, beklediğimden daha iyi hatta. Trene binmeden önce eğer sıkılırsam, Erzurum'da iner, arabayla devam ederim diye düşünmüştüm; ama gerek yok şimdilik.

Odada eşyaların konması için ayrılan küçük bir bölümün üzerindeki tabla çekilince masa halini alıyor. Bilgisayarı oraya koyarak önceden çektiğim görüntüleri dönüştürürken bir taraftan manzarayı seyrediyor, diğer taraftan da görüntü almaya çalışıyordum.

Uzakta üzerlerinde hala karlar bulunan dağlar, Fırat nehrini besleyen küçük dereler, gözünüzün alabileceği uzaklığa kadar yeşillikler, zaman zaman çam ağaçlarını yalayarak, zaman zaman nehrin kıvrımları arasında dans ederek, bazen de sarı kırmızı açmış çiçeklerle dolu meralarda otlayan hayvanları seyrederek, adeta yeşil bir denizde yüzerek  tamamlandı yolculuğumuz Erzincan'a kadar. Sabah erken kalktığımız için bir iki saat kestiririm diye düşünmüştüm. Ama gözümü bile kırpmadım.

Akşam üzeri 16.00 gibi Erzincan'a vardık. Kalacağımız yere yerleştik, kısa bir şehir turundan sonra yarını beklemeye koyulduk.

Beşinci gün :

Kars'tan sonra Erzincan bize Paris gibi geldi. Gayet düzgün, temiz yollar, iyi bir yerleşim düzeni... Öğleden sonra buluşacağımız Tamer'den önce bakırcılar çarşısını gezdik, birkaç alışveriş yaptık. Tamer bize sağolsun bir öğle yemeği ısmarladı. Dikkat ederseniz Kars'ta ve Erzincan'da yediğimiz yemeklerden hiç bahsetmiyorum. Ne olur ne olmaz:)

Erzincan'da tulum peyniri yapımcıları ile görüşmek asıl amacımızdı. Ama öğrendik ki henüz kuzular sütten kesilmemişler ve Erzincan'ın o yüksek, yeşil yaylalarında şavak peyniri yapımı başlamamış. Biz de şehirde biraz gezip, birkaç tür tulum peyniri aldık ve kargoyla eve yollattık. Sohbet muhabbet ama bir ay sonrası için kuzuların otlamasından itibaren tulum peynirinin yaylada yapılışına kadar görüntü almada bize yardımcı olacak bir üreticiden söz alarak yolculuğumuza son verdik.

Altıncı gün :

Erzincan-İstanbul uçak yolculuğu, evdeyiz.

Ondördüncü gün:

Bu yazıyı bitirdim. Önümüzdeki ay, bayramdan sonra, İstanbul-Sivas uçak, Sivas-Erzincan tren, Erzincan-İst uçak yolculuğu düşünüyoruz. Allah kerim.

Bu yazının videosunu :

https://vimeo.com/home/myvideos    ya da

https://vimeo.com/user7037753/videos

adreslerinden ulaşabilirsiniz. Buraya kadar geldiğiniz için teşekkürler...
































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder